21 Ağustos 2016 Pazar

Zekanın Gelişimi ve Beyin Hakimiyeti

   Siyasi dergi kapağı gibi başlık attım ama çok da karizmatik durmasını önemsemiyorum sanırım. İçeriği ifade ediyor gibi. Aslında yazıp konuşmak istediğim çok daha fazla konu var ancak birkaç gündür buna takılıp kalmış durumdayım. Mevcut zekamı geliştirip beynim üzerinde olan kontrolümü daha da arttırabilir miyim?

   Evet, bunla ilgili çeşitli araştırmalar var. Her zamanki gibi Google'da arayıp bulabileceğiniz şeylere ben yine değinmeyeceğim. Onun yerine kendi gözlemlerimi anlatacağım yine. İlk olarak zekanın gelişebilen bir olgu olduğunu biliyoruz. İnsanların olduğu gibi hayvanların da zekaları vardır ve geliştirilebilirler. 74 IQ'lu bir papağan vardı, kafa zehir gibiydi hayvanın. Toplama çıkarma falan yapabiliyordu. Öldü garibim :(  Neyse, insanlar da doğdukları andan itibaren gelişme sürecine giren bir beyne sahiptirler.  Bu gelişimle beraber zeka da artıyor doğal olarak. Yalnız burada çizgi ile ayırdığımız zeka kavramı biraz soyut kaldı gibi. Literatürde zeka, sorun çözebilme yetisi olarak geçer ancak bu bana tatmin edici gelmiyor. Onun yerine beynimizin kaç beygir gücünde olduğunu ifade ediyor benim için. Einstein 150 IQ'su ile birçok problemi çözebiliyordu ancak bunla da kalmayıp çok sıra dışı problemler de ortaya atıyordu. Demek ki literatürdeki zeka kavramı fail. Adam zekasını ortaya yeni problemler çıkartmak için kullanmış. Üzücü gibi geldi bir an. Yine saçma sapan uzun bir giriş yaptım ama ben şimdi zekamı ortaya bir problem atmak için kullanmak istiyorum. Zekamı kendi uygulayacağım yöntemlerle geliştirip beynimi daha verimli kullanabilir miyim? Evet. Peki nasıl?

   Yine her zamanki gibi Google'a "Zeka nasıl geliştirilir?" yazıp uzun bir arama ve okuma sürecine girip, 2 saat sonunda kendinizi Sabri'nin Barcelona'ya attığı golü izlerken bulabilirsiniz. Benim yapmak istediğim ve burada değineceğim şeyler biraz daha farklı. Eğer oldukça meraklı yapıda bir insansanız her şeyi merak edecek, öğrenmek isteyecek, araştıracak, inceleyeceksiniz. Beraberinde bu da zekanızı geliştirecek. Zeki insanların meraklı olduklarını söylerler ama bu da yanlış bir argüman. Meraklı insanlar zeki olurlar, doğrusu bu. Sebep-sonuç bağlantısı ile bakmak lazım buna. Peki tamam, merak ettik, öğrendik ve zekamız gelişti. Ee? Asıl flash işte burada patlıyor. Merakımıza bağlı olarak çok şey öğrendik ve beynimiz tabiri caizse bildiğiniz veri çöplüğüne dönüştü. Bu veriler nerede depolanıyor? Hemen beynimizin kayıt mekanizmasını göz önüne alalım. Maddeliyorum hemen, böylece yazı daha uzun görünecek ve okurlar kaçacaklar:

-Kısa süreli hafıza: Bu hafıza türü adından anlaşılacağı üzere kısadır. Günlük yaşamımızda beynimize hızlıca girip çıkan veriler burada tutulur. Buradaki verilere erişebilmemiz kolaydır. Şu anda bu satırı okuyorsunuz ama bir önceki satır da hala kısa süreli hafızanızda. Hemen şimdi hatırlayabilirsiniz o satırı. Peki ya o satırı 10 yıl önce okumuş olsaydınız?

-Uzun süreli hafıza: Kısa süreli hafızamıza sürekli veriler girer ve çıkar. Bir çoğu atılır. Beynimizce "önemli" olarak nitelendirilebilen veriler ise uzun süreli hafızaya aktarılır. Bir arkadaş ortamına girdiniz. 10 yeni insanla tanıştınız ve isimlerini söylediler. Dokuzunun ismini unutabilirsiniz ancak içlerinde sizin etkileyici bulduğunuz bir şahıs varsa onun ismini hatırlayacaksınızdır. Ya bunlar bildiğimiz şeyler, hızlıca geçiyorum.

-Duyusal hafıza: Aha işte bu muhtemelen daha önce duymadığınız bir şey. Bildiğiniz ama bilmediğiniz bir şey diyelim. 5 duyumuzun beynimizde oluşturduğu sinyaller de aslında özel bir hafızaya kaydedilir. Şu an bir portakal kokusu hayal edin. Evet, birçoğunuz edebildi. Hayal edemeyenleri de önceki makalelerimize doğru yolcu edelim. Şaka bir yana, aslında pek de varlığını umursamadığımız bu duyusal hafıza, doğru ellerde çok faydalı bir araçtır. Çoğunuz yaşamıştır bunu. Birinin üzerinde bir parfüm kokusu alırsınız. Sonra o hafızanıza öyle bir kazınır ki, ne zaman o parfümü koklasanız o kişi gelir aklınıza. Ya da buna benzer hikayeleriniz vardır. Buradan yola çıkarak, hazır değinmişken bir teknikten bahsedeyim. Kısa süreli hafızanızdaki verileri duyusal hafızanızdaki veriler ile birleştirerek uzun süreli hafızaya yerleşmesini kolaylaştırabilirsiniz bu şekilde. Bunu "öğrenme teknikleri" başlığı altında başka makalede konuşalım.

-Son olarak da literatürde pek de geçmeyen ama bizim burada sürekli konuştuğumuz bir "BİLİNÇALTI" mevzusu var. Taktir edersiniz ki bilinçaltımız da devasa bir veri arşividir. Şöyle ele alalım. Sabah kahvaltıda ne yediniz? Ben sucuk yedim. Şu an kısa süreli hafızamdan bir veriye eriştim. Sabah kahvaltıda ne yediğimi birkaç gün sonra hatırlayamayacağım çünkü adı üstünde, kısa süreli hafıza. 8. sınıftayken sınıf öğretmeninizin adını hatırlıyor musunuz? Benimki Sevim Korkmaz'dı. Şu anda da uzun süreli hafızama eriştim. Bu bilgiyi hatırlıyorum çünkü bu bilgiyi hafızama haritalayan çeşitli anılarım var. Peki 12 Nisan 1999'da kahvaltıda ne yemiştim?
-Kötü haber: Hatırlamıyorum!
-İyi haber: Belki doğru teknikleri uygulayarak hatırlayabilirim
-Kötü haber: Bu gerçekten çok çok zor
-İyi haber: Başka kötü haberim kalmadı. Aslında bu da iyi bir şeydir değil mi? Kötü bir şeyin olmaması iyi bir şeydir. İnsanlar hep yaşadıkları iyi şeyler için şükrederler ancak yaşamadıkları kötü şeyler için şükretmeyi unuturlar. Bunun üzerinde biraz düşünmek lazım bence

   Gördüğünüz gibi bilinçaltımızda var olan bir bilgiyi öyle kolayca hatırlayamıyoruz ancak bu, o bilginin beynimizde olmadığı anlamına gelmez. Beynimiz bir bilgi çöplüğüne sahip. 8 yaşımdayken 7 yaşımda yaşadığım bir olayı kolayca hatırlayabilirim ama 24 yaşımdayken bunu yapmam çok zor çünkü 8 yaşımdayken beynimdeki bilgi miktarı çok azdı ve iğneyi bulmam gereken samanlık oldukça küçüktü. Ancak şu anda binlerce ineğe yetecek kadar samanım var ve iğneyi bulmak imkansız gibi.

    Yani konu şuraya geliyor. Her geçen gün beynimizdeki toplam bilgi miktarı artıyor. Özellikle meraklı bir insansanız ve birçok konuda çok çeşitli bilgiyi beyninize yüklüyorsanız bu bilgi miktarı gerçekten uçuk boyutlara ulaşabiliyor. Böylece bir şeyleri hatırlamak gerçekten zorlaşıyor. Mantık olarak böyle olmalıydı ancak meraklı bir insansak ve sürekli yeni şeyler öğreniyorsak bu bizim zekamızı arttırıyordur. Zekamız arttıkça da beynimizdeki eski verilere erişme yeteneğimiz de artıyordur. Yani, bilgiler artıyor, zeka artıyor, bilgilere erişme gücümüz de artıyor ancak bu makalede anlatmak istediğim asıl mesele bu. Bilginin artma hızı, zekanın artma hızından kat kat daha fazla. Belirli bir seviyeye geldikten sonra zekanın artması gerçekten zorlaşıyor. Çocukluktan itibaren ele alırsak, zamanla artan IQ'muzu şöyle örnekleyelim. 70 IQ'dan 80 IQ'ya tırmanmak gelişen bir çocuk için hayli olağan ve kolay bir durumken 180 IQ'dan 181 IQ'ya tırmanmak bir yetişkin için aslında oldukça zor. İşte bu yüzden, zekamı nasıl çok daha efektif bir şekilde hızla geliştirebilirim bunu araştırıyorum. Beynimdeki eski verilere daha hızlı erişip karşılaşacağım sorunlara daha hızlı çözüm bulmamın anahtarı bu sorunun cevabında yatıyor. Bir nevi zekamı geliştirmenin bir yolunu bulmak için zekamı kullanmak zorundayım.

   Konuyu başka noktalardan da ele alalım. Konumuz beynimizde olan hakimiyetimizi arttırmaksa bunu zekamızı geliştirerek yapabilmemiz mümkün. Koku duyumuzu veya görme duyumuzu daha etkin kullanmak, kelime ve şekil ilişkilendirmelerimizi güçlendirmek, üç boyut ve derinlik algımızı güçlendirmek, kaslarımızın kullanımını mükemmelleştirmek, kalp atış hızımızı kontrol etmek ve benzeri şeylerde hakimiyetimizi arttırmak. İşte tüm bunları yapabilmek için beynimizi daha etkin kullanabilmemiz gerekiyor. Sağaksak  bir süreliğine tüm işlerimizi solak gibi yaparak, sol elle yazarak, sol elle diş fırçalayarak beynimizin daha az kullandığımız lobunu daha çok kullanarak bunu yapmaya biraz yaklaşabiliriz. Yatar pozisyonda gözümüz kapalı bir şekilde uzun düşünme seansları ile beynimize spor yaptırabiliriz. Bununla ilgili Google'da çok çeşitli şeyler bulabilirsiniz ancak tüm bunlar bana hala yeterli gibi gelmiyor. Hafızaya ve bilinçaltına çok daha hızlı ve güçlü şekilde erişmek, bedensel fonksiyonlarımıza daha fazla müdahale edebilmek, bir sinestezik gibi kokuları gözümüzde renge çevirebilmek, okuduğumuz kitabın sayfalarını bir fotoğraf gibi gözümüzün önüne getirebilmek, hatta sayfayı birkaç saniye içinde hızlıca okuyabilmek ve daha birçok şeyi yapabilmek için zekamızı geliştirmenin bir yolu olmalı. Limitless filmindeki NZT-48 ilacı gibi ya da kokain gibi kimyasal uyarıcılar olmadan bunu yapabilmenin bir yolu olmalı. Eğer bu konudaki araştırmalarımdan işe yarar bir sonuç elde edersem "Zeka Nasıl Geliştirilir?" başlığı ile buraya bir makale bırakacağımdan emin olabilirsiniz. Eğer sizin de bu konu ile ilgili araştırmalarınız, gözlemleriniz, deneyleriniz ya da tecrübeleriniz varsa paylaşmaktan çekinmeyin.

Bilgi paylaştıkça çoğalır. Esenlikle kalın.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Ön Yargı Hastalığının İlacı; Empati!

//Bu makaleye 2 ay önce başlamıştım. Hep içimde kalmıştı yarım bırakmam. Sanırım bitirdim bugün.//     

Hastalık mı? Evet hastalık. Üstelik bulaşıcı da. Tehlikeli? Evet... İki bireyin birbirlerine ön yargıyla yaklaşıp problem yaşamalarından bahsetmiyorum bile, insanoğlunun binlerce yıldır bu yüzden sayısız savaşlar yapmasından bahsediyorum. Ön yargı...

      Bu konuyla ilgili arkadaş grupları oturup tartışmaya başladığında bakınız oradaki her birey sütten çıkmış ak kaşık misali, hayatında ön yargıda bulunmamış, bunu sosyal medyada sürekli olarak karikatürlerle destekleyen insanlardır. Halbuki farkında olmadan ne dünyaları yıkmıştır ön yargılarıyla. Böyle yazıyorum sen de okuyorsun ama bu yazdıklarım da tamamen ön yargıydı. Örnek olarak verdim bunu, hemen gevşemeyelim.

       Nedir bu ön yargı?
"Bir kimse veya bir şeyle ilgili olarak belirli şart, olay ve görüntülere dayanarak önceden edinilmiş olumlu veya olumsuz yargı." diyor sözlük.


      Küçük bir hikayecikle, belki bir kısmınızın anımsayacağı bir hikayeyle konuma devam etmek istiyorum. Çok acıklıdır ona göre...

      Aman ne hikayesi be, yaz google'a adım başı bir hikaye bulursun. Cümle kalabalığı yapmayalım.
Evet ön yargıdan bahsediyorduk. Bu konuda hepinizin bildiği, hepinizin söyleyebileceği şeyler var, boşverin nasihatı. Ben sizden sadece empati yapmanızı rica edeceğim. Empati genel olarak çoğunuzun bildiği gibi karşı tarafı anlamaya çalışmaktır. Bu sizin yorumunuz. Benim yorumum ise empati, karşı tarafın duygularını okumaktır. Daha önce telepati, düşünce okumadan bahsetmiştik. Doğru, bu da duygu okuma. Mümkün mü? Benim blogumda mümkün. Diğer yazılarımı okuduysanız böyle asılsız bilgilere alışkınsınız demektir. Ne uzattım be sakız oldu.

      Empatiyi mümkün kılan faktörlerden biraz bahsedeyim. Öncelikle bunun için karşı tarafla yüz yüze olmak zorundasın. Eğer uzaktan empati kurmaya çalışıyorsan bu sadece karşıyı anlamaya çalışmaktır. Daha önce ortak enerji alanlarından bahsetmiştik. Bir insanla karşı karşıya bulunduğunuzda maddi olarak algılayamadığımız bir bağ kurarız. Maymun deneyini hatırlayın. İşte bu enerji alanında bulunduğunuzda karşıdakinin dünyasına girmeniz artık mümkündür. Konuyu çok saptırmadan empatiye odaklıyorum.

     Karşınızdakinin gözlerine bakın ve zihninizi boşaltın. Zor, ama yapın. Zihin boşaltmak büyük keşişlerin, dervişlerin onun bunun uzun yıllar üzerinde uğraştığı bir olaydır. İşte başarılı bir Empati yapmanın zorluğu da budur. Empati için zihni boşaltmak, karşıdakinin size o ana kadar söylediği herşeyi bir anlığına unutmak, onu ilk defa görüyormuş gibi hissetmektir. Karşınızdaki ile kavga etmeye bir kaç saniye ara verin ve bunu yapın. Uzun zaman süren deneme yanılmalarla artık karşınızdakinin duygularının sanki sizin duygularınızmış gibi içinizde yer edindiğini farkedeceksiniz. İşte bu, karşıdakini anlamaya çalışmak değil, karşıdakini anlamaktır.

     Teknik itibari ile telepatiden çok daha kolaydır, sadece sakinlik ve dingin bir ruh gerektirir. Karşıdakini susup dinleyebilmeyi gerektirir. Karşıdakinin yerine kendini koyabilmek değil aslında hep bilinenin aksine, karşıdakinin duygularını okumaktır. Bu şekilde mümkün olacaktır karşıdakini düşünmediği, yapmadığı veya hissetmediği şeylerden ötürü yargılamamak.

     Başka bir makalede ön yargı konusunu işlemeden sadece empati teknikleri üzerine yazacağım. Pek espri yapmadım, saptırmadım ama yine de çok uzadı vesselam.

     Fikri ve zikri birbirini tutmayan dervişten saygılarla.

20 Ağustos 2013 Salı

Çocukken Kafasını Kalorifere Vuranlar Tayfası

     Böyle bir başlığın altında çok da anlamlı şeyler beklememenizi tavsiye ederekten konuya giriyorum. Nitekim ortada konu bile yok, sadece çok sevdiğim başlığım ve fuzuli saçma düşüncelerim var.

     "Ben aslında normal bir insan değilim, biraz farklıyım ben, günü gelince bu çıkacak ortaya, herkes şap gibi kalacak o zaman..." felsefesine müdahil olmuş kimselerin oluşturduğu seçilmiş insanlar topluluğuna "Çocukken kafasını kalorifer peteğine vuranlar tayfası" diyoruz. Öyle ki, bu tayfanın üyeleri için saçlarını 3 numaraya vurdurmak martıların vapurlara simit atması kadar imkansızdır. Kafatasında oluşan göçüklerin mucizevi bir şekilde zihinsel faaliyetlerini sıradışı boyutlara çıkardığı yönünde bir inanış vardır. Bu düşünceye de "Geleceğe Dönüş" filmindeki profesörün kafasını lavaboya vurup zaman makinasını icat etmesinden gelen ilhamla ulaşılmıştır.

      Çocukken kafasını kalorifer peteğine vuranların doğum yıllarını aritmetik ortalamaya vurduğunuzda yoğunluğun 90'larda olduğunu rahatça görürsünüz. Tahmin edeceğiniz üzere 2000'li yılların çocukları onlar kadar şanslı olmayıp, kafalarını kombinin sivri köşesine vurarak olan beyinlerini de sıvı yoluyla kaybederler. Bakınız kalorifer öyle değildir. Özenle imal edilmiş şekli kafatasında delik değil göçük oluşturmak üzere tasarlanmıştır. Göçük>delik!

     Konuyu toparlayacak olursak, hangi konuyu?

18 Temmuz 2013 Perşembe

Din mi Bilim mi?

     Bir çoğunuzun kafasını kurcalamıştır bu konu. Sorun değil, benim de kurcaladı hep çocukluğumdan beri. Evet, bu konuda da bildiğim bir kaç şeyi kaynakça belirtmeksizin sizinle paylaşmak istiyorum. Biliyorsunuz kaynakça belirtmek gibi bir huyum yok. Bildiğim her şeyin kaynağını da bilemem ki canım. Ayrıca konuyu hem müslüman hem de diğer inançlara mensup kardeşlerime ithaf ediyorum.

     Gelin konuyu Dünya üzerindeki son din (sonradan bir de "Jedi İnanışı" diye bir şey çıktı ama inananı sadece 12000 kişi falan. Muazzam bir rakam değil mi?) olan İslam üzerinden ele alalım. Ben de bu dinin mensubu olarak elimden geldiğince naçizane uyguluyorum gerekliliklerini. Peki nedir bu gereklilikler?
1-Kulfullah
2-Öyle bir sure adı yok, İhlas Suresi o ^^

     Mesela namaz kılarız değil mi? Müslüman olmayan bilim adamları diyor ki, müslüman olmasak bile bu hareketleri günde 5 defa tekrar etmek (zamanı ile beraber) vücut için çok etkili bir jimnastikmiş. Ben demiyorum, bilim adamları diyor, duymuşsunuzdur siz de elbet. Duyduğunuz şeylere inanmayın derim hep canını sevdiklerim, gözlem yapın. O plates hareketleri, o aerobik hareketleri, biraz inceleyin tanıdık gelir.

    Abdest almak konusunda da aynı yorumu yaparlar. Orta okulda bir fen hocam vardı, aynı zamanda bilim adamıydı. Çok severdim, kendini unutturmayan iyi bir öğretmen ne güzel şeydir... O hocamın araştırmasını devralıp bir kaç yıl deneye devam ettim. Şimdi yine söylediklerimi dikkate almadan kendi gözlemlerinizi size göstereceğim. Günlük hayatta vücudumuzun en çok sürtünmeye maruz kalan ve en çok kirlenen bölgeleri neler? Sayalım, eller, ayaklar, kollar, ense (özellikle tshirt'ünüzün etiketi batıyorsa farketmişsinizdir :) ), Saçlar, yüzümüz, bunlar en çok sürtünmeye dolayısı ile statiğe maruz kalan bölgelerimizdir. Ayrıca ağzımız ve burnumuz da sürekli hava ve toz sürtünmesine maruz kalarak kirlenirler.

     Oradan birisi diyor ki; "muhterem sürtünmeyle dinin ne alakası var, sadede gel.". Duydum, öyle dedi... Sürtünme çokça statiğe, yani durgun elektriğe sebep olur. Çocukken çetveli "saçınıza" sürtüp az kağıt toplamamışsınızdır. Meraklı bir okuru; "peki statiğin bize ne zararı var bro?) derken duyuyorum. Vücudumuz baştan aşağı sinir hücreleri ile donatılmıştır, bilhassa bolca derimizde vardır, malum hissiyat önemli şey. Bu sinirler belli bir miktar elektrikle çalışırlar. İnanmıyorsan aç oku wikipedia'yı, kaç voltmuş onu da öğren, bak ben unuttum. Düşünsene, bütün vücudumuz elektrikle çalışıyor, cyborg gibiyiz, çok havalı. Neyse konuyu sapıttık, işte bu sürtünme sonucu derimizde, saçımızda oluşan statik sinir hücrelerine etki ediyor ve az da olsa bozulan elektrik sinyalleri uzun vadede ciddi etkilerle geri dönüyor vücudumuza (yol, su ve elektrik olarak değil, sadece elektrik olarak.). Ayrıca yaşlanmayı hızlandırıyor.Tahmin edin konuyu nereye bağlayacağım...

    Bu sorundan kurtulmak için günde 5 defa falan vücudumuzda biriken statiği yok etsek kafi. Statiği nötrlemenin, yani yok etmenin en iyi yolu su kullanmaktır. Elimizi kolumuzu, ensemizi ayağımızı günde 5 defa yıkarsak yanlışlıkla abdest almış oluruz. Hadi su yok ne yapalım? Sudan bile daha iyi olan bir nötrleyici varsa o da topraktır. Bu seferde yanlışlıkla teyemmüm etmiş olduk.

    Gel gelelim Oruç'a. Niye tırnakla ayırdıysam, kendi soyadımla karıştırdım yine. Diyetisyenler para kazanmak için bırt zırt yeni diyet yöntemleri geliştiriyor. Oysa orucu sünnete uyarak tutarsak yılda 1 ay yapılan bu sistematik diyet vücuttaki toksinleri atmaya, ideal kiloya yaklaşmaya ve vücudu zinde tutmaya yeter.( Ancak çok önemli bir husus var ki, sünnete uyarak tutmak. İftar da nefsine söz geçiremeyip löpür löpür götürseniz yağlı yiyecekleri yarardan çok zararı olur. Nalları dikersiniz mazallah, kıbleye çeviriverirler.). Bunu bilim adamları da kabul etmiştir, araştırabilirsiniz. Naçizane kardeşiniz bir öğütte bulunacaksa "duyduğunuza inanmayın, araştırın" dır. Tavsiyem, müslüman olmasanız bile orucu diyet amaçlı yapmanız. Bunu yabancı bilim adamları da tavsiye ediyor. Hem fena mı olur? Doğru bir şekilde yaparsanız sağlığınız olumlu yönde gelişir. Ayrıca sosyal ilişkileriniz de güçlenir hem. Beraber iftar yaparsınız, bir muhabbet oluşur. Ayrıca çevreden şöyle bir yaklaşım görürsünüz; "helal olsun lan, adam müslüman değil ama çatır çatır oruç tutuyor, aferin lan.". Derler. "Benle lanlu lunlu konuşma lan!" diye çıkışabilirsiniz bu kimseye ama ortada bir saygı var. Evet saygı gördünüz bu davranışınızdan ötürü.

Bir de ben böyle ara ara girip eski yazdığım konuları güncelliyorum, pek yeni makale yazamasam da. Değinmek istediğim birkaç konu var. Misal evrim konusu. Çok tartışılır, vardır yoktur, cart curttur falan. Bir taraf yaratılışa inanır, bir taraf evrime, bir taraf biz aslında yokuz der, kafayı yememek işten bile değil. Ben evrimi savunan bir müslümanım. Şöyle ki, evrim teorisine göre canlılığın temeli topraktan, sudan ve uygun havadan gelir. Carl Sagan'ın da dediği gibi, hepimiz yıldız tozuyuz. Başka  bir şey değil. Canlı ve cansız her şey elementlerden meydana gelir ve elementlerin kaynağı yıldızlardır. Benim bedenim en kötü 10-20 tane farklı yıldızın tozlarından oluşmuştur. Özelim çünkü ben... Canlılık özeldir. Dediğim gibi canlılık moleküler seviyede toprakta başlıyor, mikroorganizma seviyesinde gelişiyor, çeşitli şartlara uyum sağlayarak evrimleşiyor ve gelişiyor. Şimdi bu noktaya kadar biz okeyiz ama yaratılışçılar okey değil. Okey olmak da çok tatlı bir fiil değil mi ya :D Okeyim ben, tamam...  Kuran'da insanın topraktan ve sudan, yani çamurdan yaratıldığı söylenir. Sora yaratıcı o çamura üfleyerek hayat vermiştir. Farklı olan noktayı birisi söylesin ya, ben cidden göremiyorum. Üflemek mecazi anlamda ruhu temsil ediyor, benim bakış açımdan tabi. Çamur da gayet açık bir şekilde canlılığın temeli. Şimdi burada yaratılışçılara ters düşen nokta şu: "İlk insan, ilk peygamber maymundan mı gelmiş, haşa". İlk olarak ortak ata primattır, maymun tamamen ayrı bir dalda evrimleşmiştir. İnsan dediğimiz homo sapien türü bu noktaya gelene kadar farklı şartlarda yol almış ve gelişmiştir. Akıl dediğimiz olguyu kazanan ilk tür olduğu zaman da neden ilk peygamber olma görevi verilmiş olmasın? Neden olmasın ki? Tartışılan nokta şu, evreni, her şeyi yaratıcı yaratmıştır, hiçbir şey kendiliğinden olamaz. Bence bakış açısı sıkıntılı. Koskoca yaratıcının her şeye gücü yetiyor da kendi kendine gelişip evrimleşebilen bir evren, bir canlılık yaratmaya gücü mü yetmiyor? Yetiyor elbette. Siz hiç Allah tarafından kendi kendine yaratılan, pırt diye ortaya çıkan bir yıldız görüdünüz mü? Görmediniz, ben de görmedim. Kuran'da evrenin bir zerrecikten yaratıldığı söyleniyor. Bilim de buna Big Bang diyor. Allah bütün evreni tek seferde yaratabilirdi içinde canlılarla beraber ama bunun yerine gelişen bir sistem yarattı. Bunu kabul etmek bu kadar zor olmamalı. Evren zaman içinde büyüyor, gelişiyor, şekilleniyor, yaşanabilir gezegenler oluşuyor yıldızlardan kopan tozlardan. Bu gezegenlerin içinde mikro boyutlarda canlılıklar ortaya çıkıyor, gelişiyor ve gelişiyor. Hiçbir şey pat diye ortaya çıkmıyor. Çıkması evrenin kurallarına ters zaten. Yine bir ayette aşağı yukarı şöyle geçiyordu, siz araştırıp doğrusunu okuyun lütfen; "Biz onları çamurdan yarattık, şekillendirip değiştirdik ve ona üfleyerek hayat verdik.". Cümlem doğru değil ama yapı olarak böyle bir ayetti. Bir ayette de İblis şöyle dedi: "Kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir insana secde edemezdim.". Burayı alıntı yaptım. Burada genel olarak şu ortak paydayı görebilirsiniz, çamur ve şekillenmek! İnsanın şu halini alması milyonlarca yıl süren bir şekillenmenin sonucudur. Ki evrimin genel kuramlarını incelerseniz, canlılığın bu noktaya gelmesi, en ufak değişimler bile milyarlarda, trilyonlarda bir ihtimallerin gerçekleşmesiyle ortaya çıkmıştır. Burada muazzam bir düzen vardır. Altın oranla ilgili biraz google araştırması yaparsanız da evrenin mükemmel oluşumunu, canlıların mükemmelliğini görebilirsiniz.


    Böyle örnekleri çoğaltabilirim tabi.  Olaylara şöyle bir bakalım. Sözüm o ki, ortada bir mana var. Dinimizde hiçbir şeyin bilime ters düşmediği ortada. Ateist arkadaşlarımın sık sık; "bilim sorgulanabilir ancak dinde sorgulama yoktur, o yüzden yobazlıktır" dediklerini duyuyorum. Bunu söylemeye çok gerek yok ya. Biraz daha ılımlı bakalım olaylara.

    Kalın sağlıcakla.

9 Eylül 2012 Pazar

İnsan neden yalan söyler?

     Eminim bir çoğunuz bu makaleyi okurken kendine dokundurmadan okuyacak, kendine dokunan kısımlarında da ben aslında öyle değilim diye kendini avutacak. Yani yalan söyleyecek!
 
    Yalandan ve yalan söyleyen insanlardan hiç haz etmeyen biri olarak bu konuyu uzun zamanlar araştırdım. Gerçekten çok değişik psikolojilerle karşılaştım. Yalan söylemeyi haklı çıkarmaya çalışan nice amaçlar dinledim, gördüm. Yalan söylemenin kötü olduğunu bildiği halde herkes onu savunur. Kimi kendine, erdemli olduğunu düşündüğü kişiliğine yediremez ve "ben sadece mecbur kalınca pembe yalan söylerim" der. Bir de beyaz yalanlar vardır tabi, iyilik yapmak için kullanılanlar -_-'

    Yalanın iyisi falan yoktur, yalan kötüdür. Beyaz, pembe, patlıcan moru, rengi fark etmez. Sırf bir insanın iyiliğini düşündüğünüz için söylemiş olduğunuz beyaz bir yalanın başınıza nice dertler açtığı olmadı mı hiç? Yalan söylemeyin, illa ki olmuştur. Bir başka yaklaşım da iş hayatında olanlar, özellikle ticaretle uğraşanlar için geçerli. "Herkes yalan söyleyerek kazanıyor, dürüst adamı ezerler bu piyasada" derler. Doğru herkes yalan söyler olmuş, belki sen dürüst olarak kaybedeceğini düşünüyorsun ancak ben yalanla kazanmak yerine dürüstçe kaybetmeyi yeğlerim. Eğer dünyada kimse yalan söylemiyor olsa sen yine aynı iddiayı savunacak mıydın? Evet, dünyadaki kimse yalan söylemese bile o kişi yalan söyler ve daha çok kazanmak ister, yani arkasına saklandığı iddiası bile bir yalan!
 
     Dürüst olduğu zaman kaybedeceğine inanan insan kaybeder "çünkü inançlarımız hayatımıza şekil verir". Üstünü çizdim, bu konuda da yazarım bir şeyler. Dürüst olmak sana gözle görünür bir şey kazandırmayabilir belki, ki ben aksini düşünürüm, sana erdem kazandırır her şeyden önce ki eğer sen bunun gereksiz olduğunu düşünüyorsan baştan aşağı yalan olmuşsun sen. Erdem önemlidir.

      Yaptığınız bir hatadan ötürü köşeye sıkıştıysanız yalan söylersiniz, sevmediğiniz bir kimseyi kötülemek için yalan söylersiniz. Kendinizi haklı çıkarmak için, bir kimseyi kandırmak için, en başta kendinizi kandırmak için yalan söylersiniz. Aslında tüm yalanların ortak özelliği "KORKUDUR!". Evet evet korku. Köşeye sıkıştığınızda korkar ve yalan söylersiniz. Sevmediğiniz bir kimsenin sizden daha üstün olmasından korktuğunuz için yalan söylersiniz. Haksız olmaktan korktuğunuz için de... Cesur insanlar yalan söylemez mi peki? Söylerler, çünkü her cesaret bir noktada biter ve yerini yalanla doldurur.

    Elbette her zamanki gibi bu sadece benim görüşüm. Zaman içinde elde ettiğim cevaplar. Yazdığım onca şey aslında tek bir şeyi anlatmak içindi. Bir kimsenin yalan söylemesini istemiyorsanız, onun cesaretini kırmayın yeter.  

                            Saygılar.

1 Mayıs 2012 Salı

Beynimizin Sı(nı)rları Bölüm 1- Genel.

     Çok mu kelime oyunu yaptım acaba şu başlıkta? Yok yok böyle iyi. Bu seferki deneme tadında makalemde size çok kafa karıştırıcı şeylerden bahsedeceğim, ona göre hazırlıklı olun. Hele iş beyin konusuysa ucu bucağı yok. Yazmakla bitmez. Yinede yazalım bakalım özetleyebildiğimiz kadar. Şu an pipomu içtim, her an yazabilir durumdayım. İlham veriyor bu pipo bana ya. Piponun yeri ayrı, değişik bir havaya sokuyor insanı. Hatırlat, bir arada pipoyla ilgili yazayım dost.

    Şu beyin konusunda ne araştırmalar yaptım, ne deneyler yaptım, göreceksiniz ki öyle öğrenmeyle, araştırmayla bitirilecek konu değil. Bakınız İsviçreli bilim insanları hala araştırıyor. Bu İsviçreli bilim adamları da çok moda oldu he.

     Ey insan, şu kafatasının içinde taşıdığın organ nelere kadir bir bilsen. Ben sana biraz anlatayım, zaten sonuna kadar okursan bizzat kendi merakından ötürü sen araştırmaya devam edeceksin. Ben sana daha önce israftan hiç haz etmediğimi söylemiştim değil mi? O tabağında yemek bırakan, üstüne birde o yemeği çöpe döken insanlar yok mu, deli oluyorum. Hele bir aç kal 3 gün, o zaman hayatın boyunca bir lokma yemeği ziyan etmezsin ya, neyse işte. Beynimizi de aynen böyle israf ediyoruz sevgili insan. Neler yapabileceğini bilmeden taşıyoruz kafamızda onu. Hadi biraz anlatmaya başlayayım, çok gevezelik ettik.

   Beynimizin yüzde kaçını kullanıyoruz biliyor musunuz? %2 değil, %10 değil, tam olarak %100'ünü kullanıyoruz. Ee matematikten zayıf aldık, nerede kullanıyoruz hani o beyni? Kullanamıyorsun ya, işte sıkıntı burada başlıyor. Sana önce beynimizi tam verimle kullanırsak neler olacağını söyleyeyim ama sen hiçbirine inanma, kendin araştır, kendi gerçeklerine inan.
   
    Evet, kafamızdaki bu mucize organı kullanarak yapabileceklerimizi yüzeysel bir şekilde kategorize edeceğim.
1-Telekinezi:
Bu teknik geliştirildiğinde nesneleri temas etmeden, sadece yoğunlaşmış enerji ile hareket ettirebiliriz. 

2- Telepati:
Bu teknik geliştirildiğinde aşamalı olarak; başka insanların düşüncelerini okuyabiliriz, onlara kendi düşüncelerimizi aktarabiliriz, son aşama olarak da başka insanların düşüncelerine hükmedebiliriz.

3-Chronokinezi:
Bu tekniği insanlar zamanı hızlandırma, yavaşlatma gibi hurafelere sokmalarına rağmen öyle değildir. Beynimizin çalışma hızını kontrol ederek zamanın akışını kendimize göre bükebiliriz. Yani beynimizi olması gerekenden daha hızlı çalıştırarak algı hızımızı arttırabiliriz ve böylece bütün dünya bize yavaş gibi görünür. Reflektif haraketlerin en üst noktasıdır. Üzerimize doğru gelen bir futbol topunu yavaş geliyorcasına görür, o anı muhakeme eder ve o toptan kaçarız. Bedenimize zaman tanımış oluruz. Burada farklı durumlar vardır. Mesela çok eğlendiğimiz bir şeyi yaparken zaman çok hızlı geçer ancak can sıkıcı bir şekilde boş oturup düşünürken zaman geçmek bilmez. İşte bu olguyu kendi isteğinize göre ayarlayabildiğinizi düşünün.

4-Beden Kontrolü:
Vücudumuzun otonom çalışan sinir ve kas sistemlerine hükmedebilir ve onları otonom olmaktan geçici olarak çıkartabiliriz. İstediğimiz zaman ateşimizi 40 dereceye çıkartabilir, sadece telkinlerle kaslarımızı güçlendirebilir, sadece düşüncelerimizle sindirim sistemimizi hızlandırabiliriz. En ileri boyutta vücudumuzu modifikasyonlara uğratabiliriz. Orada bir kaç arkadaşı duyar gibi oldum, kasları güçlendirme olayına takıldılar. Evet mümkün. Bunu anlayabilmeniz için kas nasıl gelişir bilmeniz gerekir. Siz ağırlık ile hep sağ kolunuzu çalıştırırsanız sadece sağ kolunuz değil, beraberinde sol kolunuz da gelişir. Siz ağırlığı kaldırdığınız için o kas gelişmez. Aslında arka planda beyne gönderilen mesajlar vardır. Ağırlığı uzun süre çalıştığınızda kaslar beyne mesaj gönderir ve beyin onu şöyle yorumlar: "bu kas grubu daha zor şartlarda çalışmaya başladı, ona uygun bir modifikasyon yapılmalı." Böylece geri mesaj gönderme işlemi yapılır ve iki kol da beyin tarafından güçlendirilmeye başlar. Eğer siz bu mesajı telkinlerle beyninize göndermeyi başarabilirseniz, hiç ağırlık kaldırmadan beyninizin geri mesaj göndermesini ve o kasları güçlendirmesini sağlayabilirsiniz. Hemen eleştirme, deney yap, araştır, sonra eleştir. Modifikasyon meselesine gelince, beyninize doğru komutları vererek gözlerinizi daha güçlü görmeye zorlayabilir, hatta karanlıkta daha fazla görmeyi başarabilirsiniz. Tüm bunlar beyninizin elinde olan şeylerdir ve siz beyninize hükmedebilirseniz bütün vücudunuza edersiniz.

5-Beden Terk etme:
Enerjinin en seyrek hallerinden biri de ruhtur. Daha önceki konuda farklı enerji biçimlerinden kısaca bahsetmiştim. Eğer siz beyninize iyi bir şekilde hükmederseniz vücudunuzun hayatta kalmasını sağlayan o enerjinin küçük bir kısmını vücudunuzdan geçici olarak çıkartabilirsiniz. Bu normalde de olur zaten ama kontrol dışı!     

    İşte siz bu enerjinin bir kısmını vücudunuzdan çıkartmayı başarabilirseniz çok ilginç deneyimler yaşayabilirsiniz, telekinezi de bu mantığa dayanır. Astral seyahat de benzer mantıkla çalışır ancak çok derin konu, bundan şimdi bahsetmeyeceğim. Genelde insanlar bunu yanlış bilir zaten...

6-EBIA (Evrensel bilinçaltı iletişim ağı)
Bu dünyada benim bildiğim her şeyi aslında herkes biliyor. Bütün bilgiler, bütün anılar, duygular anlık olarak paylaşılır. Ortak bir bilinçaltı söz konusudur. EBIA benim en sıra dışı çalışmalarımdan birisidir. 
 Bir odada oturan 5 insan düşünün. Bu 5 insan, sizin gözlerinizle göremeyeceğiniz enerji bağları ile birbirlerine bağlanır ve iletişim haline geçer, siz fark etmeden. Hiç biriyle muhabbet ederken aynı şeyi düşündüğünüz, aynı anda aynı şeyi söylemeye çalıştığınız olmadı mı? Sağlam bir araştırmayı size örnek göstereyim bir de. Olay şöyle:

//İki farklı ada vardır ve iki farklı adada yaşayan aynı tür maymunlar vardır. Ancak arada deniz olduğu için bu hayvan grupları asla iletişim halinde olamaz, birbirlerini görmezler bile. Bilim insanlar, bunlar İsviçreli değiller, hayret, adalardan birinden bir maymun seçerler ve ona pense benzeri bir alet ile ceviz kırmayı öğretirler. Zorda olsa öğretilmiştir, bu maymunlar böyle bir aleti kendi başlarına kullanmayı öğrenememişlerdir yapılan deneylerde. Zaman içinde bu maymun bu yeteneği kullanır ve diğer maymunlara da gösterir. Bir süre sonra o adada ki bütün maymunlar adaya bırakılan bu araç gereçlerle cevizleri kırmayı öğrenirler ve bunu kullanırlar. Buraya kadar her şey normal, hayvanlar da iletişim kurabilir. İşin garip tarafı aradan geçen süre içinde diğer adadaki maymunlar da ne olduğunu hiç bilmedikleri bu araçlarla ceviz kırmayı öğrenirler. Kimse öğretmemesine rağmen.//

     Buradan çıkarılan şey, bu canlıların da dünya üzerinde ki bütün canlılar gibi gözle görünmeyen bağlar ile bağlı olduğudur. Siz hiç mi bir annenin başka bir şehirde yaralanan oğlunun acısını hissedip içinin daraldığını, yüreğinin sızladığını görmediniz? Bu olay aşağı yukarı böyle. Peki beden terk etme ile bunun alakası ne? Başka bir yazıda size bioenerjiyi ve çakraları da anlatacağım ama burada bilmeniz gereken vücudumuzda dolaşan bu enerji. İşe biraz daha bilimsel bakarsak, insanlar arasında kurulan bu enerji bağları, ileri teknoloji aygıtlar ile görüntülenebilmiştir. Bana inanmayın, gidin kendiniz araştırın, internet elinizde. 
Başka bir yazıda sayfalarca yazacağım bununla ilgili.

Bu örnekler çoğaltılabilir, beynimizle yapabileceklerimizin sınırı gerçekten büyük. Yeter ki araştıralım.

    "Madem öyle, neden bu güçleri kullanamıyoruz? Ya da neden hiç kullanan insan görmüyoruz?" diyor oradan birisi. Cevap basit, bir defa bunları kullanabilen bir insan bunu gösteriş için kullanmayacak bilince ulaşmıştır halihazırda. Bu güçleri kullanamamamızın sebebi de "blokaj" adını verdiğim beyin sınırlayıcı sistemdir. Bundan birazdan bahsedeceğim. Ondan önce beynimizin çalışma sistemi ve şu çok tartışmalı beynimiz kullanma yüzdemizden bahsedeceğim.
     
   Şimdi elimizde bir sudoku bulmacası olduğunu düşünelim. Bu sudokuya bir kaç saniye bakın ve bırakın. Beynimiz şu anda onun tamamın çözdü! Garip değil mi, onu biz çözmeye çalışsak belki de 15 dk sürecekti. İşte bu yüzden beynimizin %10'u  %2'si gibi bir muhabbet var ortada. İşin içinde "bilinçüstü" faktörü var. "Yahu bilinçaltını anladık da bu bilinçüstü nedir Barbaros kardeş?" dedi oradan birisi. Açıklayayım hemen. Bilinçaltı hayatımızın her anını, her şeyi kaydeden bir sistemdir. Sınırsız bir harddisk gibidir. Hipnoz sırasında ilk okula başladığınız günkü öğretmenizin gömleğinin desenlerini anlatmaya başlarsınız. Öyledir işte bilinçaltı. Bunu biz kullanamayız normal şartlarda ve biz şu anda anormal şartları konuşuyoruz. Bilinçüstü adını verdiğim bu kavram beynimizin zeki kısmıdır. Muazzam bir güçtür ve bizim kullanamadığımız bir alandır aynı şekilde. Birde bizim kullandığımız kısmı vardır ki bu da beynimizin aptal kısmıdır. Yaşamamız için yeterli olan işlemleri gerçekleştirir. Beynimizin böyle 3 bölümden oluştuğunu düşünün. Siz ne kadar zekanızı geliştirirseniz, beyninizin aptal kısmı diğer süper iki kısmından o kadar yer çalar ve gücü artar. Aptal kısım ne kadar zekileşirse bilinçaltına o kadar çok erişir ve dilediğiniz zaman bilinçaltından veri çekebilecek duruma gelebilirsiniz. Daha da zor olanı ise bilinçüstüne ulaşmak ve burayı kullanmak. Beynimizn aptal kısmı bilinçtir ve bu iki kısmın arasındadır. Alttan ve üstten sınırları büyütmek bizim amacımız. Konuyu buraya çok sarkıtmadan devam ediyorum çünkü bilinçaltı ve bilinçüstü  konusunun altını çizdim  ve sonra detaylı olarak yazacağım. 

    Şu blokaj meselesine dönelim tekrar. Blokajın amacını az çok fark etmiş olmalısınız, sizin bilincinizi bilinçaltından ve bilinçüstünden ayırır ve bu erişimi engeller. Eğer biz belli bir zeka seviyesine ve belli bir ahlaki düzeye ulaşmadan bu alanlara erişebilseydik insanlık yok olurdu. Bazı özel durumlar var, bu ahlaki seviyeye ulaşmadan bilinçüstüne ulaşan insanlarla ilgili, toplu cinayet vakaları söz konusudur burada. Korkunç. Peki bu çok önemli görevi olan blokaj nasıl çalışır? Bu beynimize kurulmuş bir güvenlik duvarı yazılımı gibidir. Bunu yöneten ayrı bir sinir ağı vardır beyinde ve siz beyninize hükmettiğinizde bu blokaj sistemine de erişebilir ve onu geçici olarak etkisiz kılabilirsiniz. Bu durumda halihazırda var olan psişik güçlerinizi kullanmaya başlayabilirsiniz. Bu blokajı kontrol etmede çok çalışmanın, zeka ve ahlak seviyesini yükseltmenin ve ibadet etmenin önemi muazzamdır. İstisnai durumlar da vardır. Bazı hastalık sayılan anomaliler ve yapısal bozulmalar bunu sağlayabilir. Burada mevzu bahis "epilepsi" dir ve altını çizdiğime göre bundan da daha sonra uzun uzun bahsedeceğimi anlamışsınızdır. 

     Kısaca bahsetmek istediğim bir konu ise peygamberlerin üstün yaratılışı. Yaratılışları itibari ile üstün insanlardır ve normal bir insanın ulaşamayacağı bir beyin gücüne sahiptirler ve bir peygamberi bir insandan ayıran temel şeydir bu. Hz. Musa'nın denizi ikiye ayırmasını bir düşünün. İnsanlar buna Allah'ın hikmeti deyip geçerler ancak burada Allah'ın hikmeti o peygamberi yaratırken verdiği üstünlüktür. Ne muazzam güçlere sahip olduklarını ve bunları sadece mecbur kaldıklarında kullandıklarını bilirsiniz. Bilmiyorsanız da okuyun, öğrenin. Dahası mucizelere vesile olan Allah dostlarını da bilirsiniz az çok. Peygamber olmasalar bile belli bir ahlak ve zeka seviyesine ulaşmaları onları sıradan insanlar olmaktan çıkartmıştır. İlerleyen "Beynimizin Sı(nı)rları" bölümlerinde de ufak tefek bahsedeceğim. 

     Bu bölümü genel bir bilgilendirme mahiyetinde yazdım yüzeysel olarak ileride bahsedeceklerimi yazdım. Uzun ve kafa karıştırıcı bir konu oldu. Umarım sizi biraz düşünmeye sevk etmiştir. Söylediklerimin hiç birine inanmayın, araştırın, deney yapın ve kendi gerçeklerinize inanın. Çok geç oldu, uykum da geldi.

                                                                                                                Hadi kalın sağlıcakla.
    

30 Nisan 2012 Pazartesi

Koyunizm Nedir? Nasıl Koyun Olunur? Koyun Eti Güzel midir?

    Bak lafa bak lafa,"O ne biçim başlık be." diyor oradan birisi. Ayıptır ayıp, şu yazıyı okumadan hemen böyle bir yorum yaptın ya, bir şey demiyorum sana. Ben size ön yargı konusunda bir şeyler anlatmamıştım değil mi? Bak altını çizdim, hatırlatın yazayım onla ilgili de üç beş bir şeyler, önemli konu. Şimdi sevgili insan, sana "sevgili humanoid homo sapien" diye hitap etsem olur mu? Tabi ki olur ama çok uzun, kim yazar onu zırt pırt. Ben burada tuttum "Koyunizm" diye bir kavram çıkarttım, bir de bu Koyunizm topluluğuna üye Koyunist humanoid kavramı çıkarmak istiyorum. Duyuyorum dediğini, ne saçmalıyor bu diyorsun, azcık seni yormak istedim o kadar, gel sakin sakin yeni paragrafta konuşalım bunları.
    Bir defa şunu herkes bilir, koyun sürüye çok bağlı bir hayvandır, sürü psikolojisinin tavan yaptığı bir vakadır bu. En öndeki koyun uçurumdan atlasa arkasındaki koyunlarda bungee jumping yapıyoruz sanıp kamikaze dalışı yaparlar. Bu en öndeki koyunu çevirme yapmayacaksın da ne yapacaksın? Karnım açıkmış biraz. Burayı iyi dinleyin çok cıvıttık, ciddi ciddi devam edelim.
     Günümüz insanlarının ne büyük oranda sürü psikolojisinde yaşadığını hiç fark ettiniz mi? Yani o sürüden arada bir çıkıp etrafınıza biraz baksanız görürsünüz diyorum. Sürünün başındaki biri ne yaparsa en arkadakine kadar herkes aynısını yapıyor. En azından hepiniz hayatınızda en az bir defa otobüs kuyruğuna girmiştir, girenler anlar işte. Moda kavramı da bu şekilde çıkıyor. Sivri zekanın teki çıkıyor ve sağ bacağı eskimekten yırtılmış olan kot pantolonunun sol bacağına da simetrik olacak şekilde bir yırtık yapıyor ve dışarı çıkıyor. Soranlara da bu senenin modası bu dostum, hangi çağda yaşıyorsun diyor. Bir bakmışsın kimsenin kıçında sağlam don kalmamış. Aslında şöyle düşününce Allah razı olsun, eskiyen pantolonlar çöpe gitmiyor diye düşünüyor insan, israfa da karşıyız. Ya ben ne insanlar gördüm sırf arkadaşları sushi seviyorlar diye o da seviyormuş gibi görünmeye çalışan. Zorla yer bir de onu ya, insan üzülüyor be ağabey, koyun hiç sushi yer mi? Bu arada ben de çok severim sushiyi. İşte bunlara sayısız örnekler verebilirim. İnsanlar hep çoğunluğun yaptığı şeyi doğru kabul eder ve onu yapma eğilimi gösterir. Ben zaman zaman öyle durumlarla karşı karşıya kalıyorum ki, durum şu; bir gün yazılı oluyoruz, lise zamanları... Kopyasız yazılı olur mu? Olmaz. Çekiyoruz bizde, bütün sınıf çekiyor tabi, bir de lise sonuz, hoca müsamaha gösteriyor. Neyse bir soruda takıldık, ben falanca diyorum, herkes filanca diyor. Şimdi ben bildiğim şeyden eminim ama, herkes filanca diyor, ben doğru mu biliyorum, yanlış mı? Hemen şunu düşündüm:"Bu sürü mantığına uyup doğru yapacağıma, kendi kararımı seçip yanlış yaparım, yeğdir.". Bu durumda şöyle düşününce mantıksız geliyor:"Hasta mısın kardeşim, cevap açık seçik, bütün sınıfın dediği işte, ne zorluyorsun?". Yanlış düşünüyorsun, bir kaç defalık sürü mantığı seni doğru yoldan götürebilir ama bir kez olsun yanlışa saptı mı sürünün başı, yandın. Hata yapmışsındır artık ve bu hatayı kendi kararınla yapmamışsındır. Ne pişmanlıklar sonra. Hep demişimdir, hatada olsa doğruda olsa kendi kararımla olsun. Sonra pişman olmayım. Hatana da doğruna da sahip çıkacaksın kardeşim, benimseyeceksin onları, kendinle barışık yaşayacaksın. Dur, çok sapmadan dönelim konuya. İşte böyle düşünmeli her insan diyorum. İlla ki benim düşündüklerim doğru demiyorum ama sürü mantığı olduğu sürece özgür düşünce kısıtlanacak, insanlar kendilerini ifade etmekten korkacaklar. Nice parlak insanlar sürü içinde eriyip gidecekler. Yapılan hatalar hep sürüye mal edilecek, hep pişman olunacak, bir kez olsun, "Ben kendi kararımla hata yaptım, var mu uleyn?" diyemeyeceksiniz. Süt içmeyi her ne kadar sevseniz de yetişkin olduğunuzda içemeyeceksiniz çünkü yetişkinler süt içmez. Niye içmesin kardeşim, seviyorsa içer. (Bu arada Türk halkı 30 yaşını geçtikçe bağırsaklarındaki süt ve ürünlerini sindiren bakterileri kaybediyormuş, araştırmak lazım tabi, doğru mu değil mi.). Gün gelecek hiç bir liseli sanat müziği, halk müziği dinleyemez olacak çünkü arkadaşları, rock, pop, rap dinliyorlardır.
     Bak bir de işin öteki boyutu var, insanlar koyunlaşmıyor aslında, koyunlaştırılıyorlar. Bu gibi durumlarda michaelsikkofield.blogspot.com  u arada ziyaret etmek gerekir. Ben o kadar yazacak vaktim yok ama şunu söylemeden geçemem, koyunlaşmış bir halka diz çöktürmek çok daha kolaydır, en öndekine diz çöktürürsün, gerisi meçhul zaten. İşte bu yüzden KOYUN ETİ GÜZELDİR! İyi takip edin, gelişmiş ülkelerde insanlar haklarını nasıl koruyorlar, en ufak bir haksızlıkta nasıl güç birliği yapıyorlar. Bizim yapmamız gereken de tam olarak budur. Koyunizm anlayışını terk edecek, araştıracak, öğrenecek, azmederek çalışacak ve gün gelecek, sesimizi dünyaya duyuracağız. Bu kadarını da yapalım artık değil mi. Neyse çok uzattım yine gece gece. Koyun olmayın gençler, insan olun ve gurur duyun!
                                                                                                                                Kalın Sağlıcakla.
                                       (Bu arada benim falanca cevabım doğru olan cevaptı.)